Macar tarihinden bir karakteri alıp sinemanın olanaklarıyla örtüştüren Julie Delpy, hem gerçeklerden hem de söylentilerden yola çıkarak kotardığı filmi “Kontes”le (The Countess) ‘insanlık tarihinin ilk kadın seri katili’ olarak nam salan Macar kontesi Erzsébet Báthory’nin ‘kan kırmızısı’yla vaftiz edilmiş hikâyesini anlatıyor. Bunu yaparken yönetmen, senarist, aktris, müzisyen ve yapımcı kimliklerini öne çıkaran Delpy, böylece hem başarının hem de başarısızlığın tek muhatabı oluyor.
Film, 16. yüzyıl sonları ile 17. yüzyıl başlarında yaşamış olan Erzsébet Báthory’nin, bakire genç kızları öldürerek (daha çok öldürterek) onların kanlarını cildine sürüp gençliğini korumasını (koruduğunu sanması) anlatıyor. Hikâye, kontesin bu eylemlere girişmesinin nedeni olarak da genç bir adama olan aşkını gösteriyor. Yüzlerce genç kızı bu amacı uğruna öldürdüğü söylenen kontesin ‘hastalıklı’ ruh halinin yansımalarıysa filmin özünü oluşturuyor. Öte yandan çevresiyle olan ilişkilerini ve bu ilişkilerin onu sona hazırlayan yapısını da hikâyenin önemli unsurlarından biri haline getiriyor Delpy.
Üçüncü uzun metrajlı yönetmenlik çalışmasında ‘farklı’ bir biçem denemesi içine giren Julie Delpy, ilk iki filmindeki ‘serbest vezin’ görünümden sıyrılıp kurallar içinde gezinmeye çabalıyor bu kez. Tipik biyografilerdeki birçok şablonu kullanmaktan çekinmeyen sinemacı, öte yandan ele aldığı karakterin ‘özel’ durumunu öne çıkaracak hamleler yaparak hikâyesini zenginleştirmeyi de başarıyor. Erzsébet Báthory’nin gerçeklerden beslenen ama tümüyle gerçek diyemeyeceğimiz öyküsü, bu anlamda Delpy’nin de kafasını karıştırıyor gibi. Bir yandan bu karışıklık üzerinden prim yapmayı başaran sanatçı, öte yandan da tutarsızlıktan nasibini alıyor ve ‘kan kokusu’ndan başının dönmesine engel olamıyor.
Filmin belli bir yerine kadar ‘güçlü’ bir kadın portresi çizen Delpy, bir noktadan sonra onu ‘aşkla güçsüzleşen’ bir kadına dönüştürüyor ve peşi sıra gelenlerle kahramanını acımasız bir ‘canavar’ kimliğine kavuşturuyor. Modern seri katil hikâyelerinden farklı bir yönde ilerleyen entrika ise bu alt tür hakkında yeni işaretlemeler yapmamıza vesile oluyor. Bu iş için özel olarak tasarlanan bir araçla kanları alınan bakirelerin kaybı konusunda uzun bir süre hiçbir şey yapılmaması da hikâyenin dönemsel özelliklerine vurgu yapıyor. Derebeylik kurallarının işlediği bu dönem, halkın ‘hiçlik’i üzerine verdiği ipuçlarıyla da dikkat çekiyor. Öte yandan Osmanlı ordusuyla verilen savaşın ön saflarında yer tutan bir ülkenin, ‘barbar’ olarak niteledikleri düşmanları hakkında anlattıklarını aynen uygulayanlar olarak gösterilmeleri de işin bir başka ilginç yanı.
Tarihsel gerçeklerden yola çıkıp kısmî bir kurmaca duygusu yaratmanın kimi handikaplarından nasibini alan “Kontes”, iki arada bir derede kalmışlığın tarifi gibi adeta. Julie Delpy’nin bir seri katil filminden ziyade bir kadın filmi çekmeye çalışmasıyla erkekler dünyasını yerle bir etmekten de çekinmeyen yapım, öykünün dolambaçlı yollarında karşımıza çıkan erkeklerin tamamını birer ‘zavallı’ olarak tanımlamayı seçiyor ve başkarakterin yazgısının sorumlusu olarak da onları gösteriyor. Bu anlamda feminist hamlelere sahip olduğu da söylenebilir filmin.
Film, 16. yüzyıl sonları ile 17. yüzyıl başlarında yaşamış olan Erzsébet Báthory’nin, bakire genç kızları öldürerek (daha çok öldürterek) onların kanlarını cildine sürüp gençliğini korumasını (koruduğunu sanması) anlatıyor. Hikâye, kontesin bu eylemlere girişmesinin nedeni olarak da genç bir adama olan aşkını gösteriyor. Yüzlerce genç kızı bu amacı uğruna öldürdüğü söylenen kontesin ‘hastalıklı’ ruh halinin yansımalarıysa filmin özünü oluşturuyor. Öte yandan çevresiyle olan ilişkilerini ve bu ilişkilerin onu sona hazırlayan yapısını da hikâyenin önemli unsurlarından biri haline getiriyor Delpy.
Üçüncü uzun metrajlı yönetmenlik çalışmasında ‘farklı’ bir biçem denemesi içine giren Julie Delpy, ilk iki filmindeki ‘serbest vezin’ görünümden sıyrılıp kurallar içinde gezinmeye çabalıyor bu kez. Tipik biyografilerdeki birçok şablonu kullanmaktan çekinmeyen sinemacı, öte yandan ele aldığı karakterin ‘özel’ durumunu öne çıkaracak hamleler yaparak hikâyesini zenginleştirmeyi de başarıyor. Erzsébet Báthory’nin gerçeklerden beslenen ama tümüyle gerçek diyemeyeceğimiz öyküsü, bu anlamda Delpy’nin de kafasını karıştırıyor gibi. Bir yandan bu karışıklık üzerinden prim yapmayı başaran sanatçı, öte yandan da tutarsızlıktan nasibini alıyor ve ‘kan kokusu’ndan başının dönmesine engel olamıyor.
Filmin belli bir yerine kadar ‘güçlü’ bir kadın portresi çizen Delpy, bir noktadan sonra onu ‘aşkla güçsüzleşen’ bir kadına dönüştürüyor ve peşi sıra gelenlerle kahramanını acımasız bir ‘canavar’ kimliğine kavuşturuyor. Modern seri katil hikâyelerinden farklı bir yönde ilerleyen entrika ise bu alt tür hakkında yeni işaretlemeler yapmamıza vesile oluyor. Bu iş için özel olarak tasarlanan bir araçla kanları alınan bakirelerin kaybı konusunda uzun bir süre hiçbir şey yapılmaması da hikâyenin dönemsel özelliklerine vurgu yapıyor. Derebeylik kurallarının işlediği bu dönem, halkın ‘hiçlik’i üzerine verdiği ipuçlarıyla da dikkat çekiyor. Öte yandan Osmanlı ordusuyla verilen savaşın ön saflarında yer tutan bir ülkenin, ‘barbar’ olarak niteledikleri düşmanları hakkında anlattıklarını aynen uygulayanlar olarak gösterilmeleri de işin bir başka ilginç yanı.
Tarihsel gerçeklerden yola çıkıp kısmî bir kurmaca duygusu yaratmanın kimi handikaplarından nasibini alan “Kontes”, iki arada bir derede kalmışlığın tarifi gibi adeta. Julie Delpy’nin bir seri katil filminden ziyade bir kadın filmi çekmeye çalışmasıyla erkekler dünyasını yerle bir etmekten de çekinmeyen yapım, öykünün dolambaçlı yollarında karşımıza çıkan erkeklerin tamamını birer ‘zavallı’ olarak tanımlamayı seçiyor ve başkarakterin yazgısının sorumlusu olarak da onları gösteriyor. Bu anlamda feminist hamlelere sahip olduğu da söylenebilir filmin.