Türü en çok sömüren Amerikan Sineması sonu gelmeyen remake’lerle korku sineması izleyicilerini oyalarken; dikkat çekici yapımlar son yıllarda Fransa ve Kuzey Avrupa’dan geliyor. Fransa’dan gelen Onlar, Sınır(da), İçerde ve İşkence Odası (Martyrs) gibi filmler Yeni Fransız Dehşet Sineması’nın incelenmeyi hak eden önemli bir dalga olduğunu ispat ediyor. Öte yandan Kuzey Avrupa yükselişinin temsilcileri Norveç’ten gelen Dark Woods ve Dead Snow gibi filmler de türün meraklıları tarafından el üstünde tutuluyor. İsveç Sineması ise Let the Right One in ile korku sinemasında son derece başarılı bir estetik ameliyatı gerçekleştirdi ve vampir sinemasının yönünü değiştirdi.
Dehşetin Soluğu gibi pulp bir Türkçe isme sahip olan, Fransız Sineması’nın görsel efekt ustaları tarafından çekilmiş olan Humains’i özetlemek için, yükselişteki iki akımın buluşmasını temsil ediyor diyebiliriz. Fransız sinemacılar hikayelerini İsviçre’ye taşıyarak, Kuzey Avrupalı sinemacıların “cennetten kurtuluş” formülüne yaslanmışlar. Yukarda andığımız Dark Woods ve Dead Snow gibi etkileyici kartpostal manzaraları eşliğinde bir grup araştırmacının kurtuluş çabasını izliyoruz.
Dehşetin Soluğu’nda en başta avantür serüvenlere özgü bir grup karşılıyor bizi. İnsan evriminin eşit şekilde yaşanmadığını, bazı bölgelerde ortaçağa kadar ilkel insanların, uygarlık bilincinden uzak bir şekilde yaşadığını savunan bir çatlak profesör, kamçılı adam tarzı bir deri cekete sahip olan genç bir antropolog ve ondan hoşlanan gözlüklü ve güzel bir araştırmacı kadınımız var. İsviçre Alpleri ’nde ilkellerin izini arıyorlar; fakat bu ıssız dağlar onlara aradıklarından fazlasını sunuyor.
Dehşetin Soluğu’nda bu araştırmacı ekibe zorunlu olarak katılan bir aile var ve Şarküteri, Kayıp Çocuklar Şehri gibi filmlerin fantastik oyuncusu Dominique Pinon da bu ailenin babası olarak karşımıza çıkıyor. Fakat bu dehşet yetenekli oyuncu bile filmin ortalamanın altındaki oyunculuk performanslarını kurtarmaya yetmiyor. Hatta filmin başındaki heyecanlı tren yolculuğunu saymazsak, genel olarak oyuncunun sıradan bir performans sergilediğini söyleyebiliriz.
Fransız korku filmi, ilkel ve modern arasındaki çatışmayı merkeze koyarak korku sinemasında daima ilginç filmler doğuran bir alana kayıyor aslında. Fakat burada bizim grubu tehdit eden ilkellerin kullanılış biçimi Sınır(da) ve Martyrs filmlerini hatırlatıyor ve öncülleri nedeniyle orijinallikten yoksun. Birilerinin uzak çiftliklerde uygarlaştırılmamış ilkel bir tür yetiştiriyor oluşu belki Fransızlar ’ın Dr. Frankenstein paranoyasını sergilemesi açısından ilginç olabilir fakat bu senaryo artık eskidi.
Dehşetin Soluğu, setini kurduğu inanılmaz dağ köşelerine rağmen filmin ihtiyaç duyduğu atmosferi yaratmayı başaramıyor. Oyuncuların yüzeysel performansları da dehşet ortamı yaratamıyor; filmin tehdit kaynağı olan ilkel kabile ise filmin üzerine bir karabasan gibi çökmüyor. Film en son sahnede (aslında) onların kötü niyetli olmadıklarını söylemeye çalıştığında ise şunu düşünüyoruz; o halde bu film neden bir korku filmi gibi kuruldu?
Yeni Fransız Dehşet Sineması’nın zayıf örneklerinden olan Dehşetin Soluğu; dünyanın uzak köşelerinde (İsviçre doğru seçim mi?) evrimini gerçekleştirmemiş ilkel bir türün yaşabileceğini söyleyerek, mondo/yamyam filmleri alt türlerini güncelleştirmiş oluyor; bunun arkasına istismarcı bir uygarlar kulübünü koyarak da çağdaş korku filmleriyle ilişkiye giriyor.
Fakat harika kartpostal manzaraları atmosfer yaratmaya yetmediği gibi; zayıf oyunculuklar ve senaryo hataları da gerekli bir çatışma ortaya koyamıyor. Amaç hatasıyla sevabıyla bir korku filmi ortaya koymaksa; yönetmenlerin bu konuda zayıf olduğunu belirtmek lazım. Evrim, alternatif ilkel yaşamlar, uygarlığın göreceliği gibi Herzog tarzı sinemacıların alanına giren konuları yüzeyselliğe hapsetmek de senaryonun hatası olmuş. “Korkunç” Fransızlar için bir geri adım.
Dehşetin Soluğu gibi pulp bir Türkçe isme sahip olan, Fransız Sineması’nın görsel efekt ustaları tarafından çekilmiş olan Humains’i özetlemek için, yükselişteki iki akımın buluşmasını temsil ediyor diyebiliriz. Fransız sinemacılar hikayelerini İsviçre’ye taşıyarak, Kuzey Avrupalı sinemacıların “cennetten kurtuluş” formülüne yaslanmışlar. Yukarda andığımız Dark Woods ve Dead Snow gibi etkileyici kartpostal manzaraları eşliğinde bir grup araştırmacının kurtuluş çabasını izliyoruz.
Dehşetin Soluğu’nda en başta avantür serüvenlere özgü bir grup karşılıyor bizi. İnsan evriminin eşit şekilde yaşanmadığını, bazı bölgelerde ortaçağa kadar ilkel insanların, uygarlık bilincinden uzak bir şekilde yaşadığını savunan bir çatlak profesör, kamçılı adam tarzı bir deri cekete sahip olan genç bir antropolog ve ondan hoşlanan gözlüklü ve güzel bir araştırmacı kadınımız var. İsviçre Alpleri ’nde ilkellerin izini arıyorlar; fakat bu ıssız dağlar onlara aradıklarından fazlasını sunuyor.
Dehşetin Soluğu’nda bu araştırmacı ekibe zorunlu olarak katılan bir aile var ve Şarküteri, Kayıp Çocuklar Şehri gibi filmlerin fantastik oyuncusu Dominique Pinon da bu ailenin babası olarak karşımıza çıkıyor. Fakat bu dehşet yetenekli oyuncu bile filmin ortalamanın altındaki oyunculuk performanslarını kurtarmaya yetmiyor. Hatta filmin başındaki heyecanlı tren yolculuğunu saymazsak, genel olarak oyuncunun sıradan bir performans sergilediğini söyleyebiliriz.
Fransız korku filmi, ilkel ve modern arasındaki çatışmayı merkeze koyarak korku sinemasında daima ilginç filmler doğuran bir alana kayıyor aslında. Fakat burada bizim grubu tehdit eden ilkellerin kullanılış biçimi Sınır(da) ve Martyrs filmlerini hatırlatıyor ve öncülleri nedeniyle orijinallikten yoksun. Birilerinin uzak çiftliklerde uygarlaştırılmamış ilkel bir tür yetiştiriyor oluşu belki Fransızlar ’ın Dr. Frankenstein paranoyasını sergilemesi açısından ilginç olabilir fakat bu senaryo artık eskidi.
Dehşetin Soluğu, setini kurduğu inanılmaz dağ köşelerine rağmen filmin ihtiyaç duyduğu atmosferi yaratmayı başaramıyor. Oyuncuların yüzeysel performansları da dehşet ortamı yaratamıyor; filmin tehdit kaynağı olan ilkel kabile ise filmin üzerine bir karabasan gibi çökmüyor. Film en son sahnede (aslında) onların kötü niyetli olmadıklarını söylemeye çalıştığında ise şunu düşünüyoruz; o halde bu film neden bir korku filmi gibi kuruldu?
Yeni Fransız Dehşet Sineması’nın zayıf örneklerinden olan Dehşetin Soluğu; dünyanın uzak köşelerinde (İsviçre doğru seçim mi?) evrimini gerçekleştirmemiş ilkel bir türün yaşabileceğini söyleyerek, mondo/yamyam filmleri alt türlerini güncelleştirmiş oluyor; bunun arkasına istismarcı bir uygarlar kulübünü koyarak da çağdaş korku filmleriyle ilişkiye giriyor.
Fakat harika kartpostal manzaraları atmosfer yaratmaya yetmediği gibi; zayıf oyunculuklar ve senaryo hataları da gerekli bir çatışma ortaya koyamıyor. Amaç hatasıyla sevabıyla bir korku filmi ortaya koymaksa; yönetmenlerin bu konuda zayıf olduğunu belirtmek lazım. Evrim, alternatif ilkel yaşamlar, uygarlığın göreceliği gibi Herzog tarzı sinemacıların alanına giren konuları yüzeyselliğe hapsetmek de senaryonun hatası olmuş. “Korkunç” Fransızlar için bir geri adım.