Ajan insan değil, bir silahtır...” Fransız Gizli Servisi’nin 11 Eylül saldırılarından sonra ülkesine yönelik 15 bombalı saldırıyı engellemesinden hareketle başlıyor film ve 'ajanlar birer silahtır' ekseninde hikayesini devam ettiriyor. Bunu yaparken diğer tarafa da eşit süre ayırıyor. Filmdeki terör örgütü de, kendi militanlarını 'birer silaha' dönüştürüyor.
“Secret Defense” hem devletlerin hem de terör örgütlerinin, kullandıkları 'silahların' benzeştiğini göstermeye çalışıyor. Gizli servis yöneticisi, ajanını ölüm riski büyük bir göreve gönderebiliyor. Terör örgütü de militanlarını kamplarda eğiterek bir daha dönemeyecekleri bir yola sokuyor. Her iki taraf da bu görevler için, hayattan kopma noktasındaki gençleri tercih ediyor.
Politik-aksiyon alt türünde diyebileceğimiz film, hayli oturaklı görünen bu eksende giderken, ne yazık ki çok lazım olan bir noktayı atlıyor; silahları, yani ajanların öykülerini. Diane, önceki mesleği(!) ile hiç örtüşmeyen gizli servis ajanlığı için neden seçiliyor? Diğer tarafta, sefil bir uyuşturucu satıcısıyken ölüm makinesi “Aziz”e dönüşen Pierre’in hikayesi neden bu kadar basite indirgenmiş? Özellikle onun kişisel dönüşümü, filmin ateşleyicisi olabilirdi.
Filmde karakterlerle empati kurmak öylesine zorlaşıyor ki, hayatlarını ortaya koyacak kadar hedeflerine kendilerini adaması, inandırıcı gelmiyor. Karakter dramaturjisinin zayıf kalması, filmi yaralıyor. Yönetmen Philippe Haim, hızlı kurgusunu ve seyircinin bir adım önünde giden anlatımını, en önemli iki karakterin yeterince gelişememesi yüzünden bir noktadan sonra frenlemek zorunda kalıyor. Dahası film içinde gerekli olup olmadığı tartışılabilecek sahneler mevcut. Bir köpeği zehirli dumanla öldürülürken izlemek, cezaevindeki tecavüz sahnesinden daha az rahatsız edici değil.
Diğer iki önemli rolü oynayan aktörler de -gizli servis yöneticisi Alex ile terör örgütü lideri Al Barad- filme hem zemin hem de ağırlık kazandırıyor. Cesar ödüllü aktör Gerard Lanvin, film boyunca değişmeyen lanet suratıyla hayli inandırıcı ve serinkanlı bir profil çiziyor. “Casino Royale”den hatırlayacağınız Simon Abkarian’ın da ondan aşağı kalır yanı yok. Ancak Diane rolü için seçilen genç aktris Vahina Giocante -ki aslında filmin asıl başrolünü oynuyor- için aynı şeyleri söyleyemeyeceğiz. Pierre için seçilen Nicolas Duvauchelle ise, tüm yeteneğine rağmen senaryodaki ihmaller nedeniyle sahneden sahneye değişen karakterinin ruh halini yansıtmakta zorlanıyor.
Philippe Haim’in, henüz 4. filminde zor bir türde cesur bir iş koymaya çalıştığını kabul etmemiz lazım. Ne var ki, karakter işleyişindeki aksaklık, onu zayıf noktasından vurmuş görünüyor. İnsanın aklına, politik-aksiyon alt türünde son dönemin en başarılı filmlerinden “Traitor” geliyor. Don Cheadle’ın ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu görmenin yanı sıra, bir teröristin ve peşindeki ajanların psikolojisini anlamada ve anlatmakta çok mahir bir filmdi. Galiba bazı filmler, aynı türdeki diğer yapıtların değerini daha iyi anlamamızı sağlıyor.
“Secret Defense” hem devletlerin hem de terör örgütlerinin, kullandıkları 'silahların' benzeştiğini göstermeye çalışıyor. Gizli servis yöneticisi, ajanını ölüm riski büyük bir göreve gönderebiliyor. Terör örgütü de militanlarını kamplarda eğiterek bir daha dönemeyecekleri bir yola sokuyor. Her iki taraf da bu görevler için, hayattan kopma noktasındaki gençleri tercih ediyor.
Politik-aksiyon alt türünde diyebileceğimiz film, hayli oturaklı görünen bu eksende giderken, ne yazık ki çok lazım olan bir noktayı atlıyor; silahları, yani ajanların öykülerini. Diane, önceki mesleği(!) ile hiç örtüşmeyen gizli servis ajanlığı için neden seçiliyor? Diğer tarafta, sefil bir uyuşturucu satıcısıyken ölüm makinesi “Aziz”e dönüşen Pierre’in hikayesi neden bu kadar basite indirgenmiş? Özellikle onun kişisel dönüşümü, filmin ateşleyicisi olabilirdi.
Filmde karakterlerle empati kurmak öylesine zorlaşıyor ki, hayatlarını ortaya koyacak kadar hedeflerine kendilerini adaması, inandırıcı gelmiyor. Karakter dramaturjisinin zayıf kalması, filmi yaralıyor. Yönetmen Philippe Haim, hızlı kurgusunu ve seyircinin bir adım önünde giden anlatımını, en önemli iki karakterin yeterince gelişememesi yüzünden bir noktadan sonra frenlemek zorunda kalıyor. Dahası film içinde gerekli olup olmadığı tartışılabilecek sahneler mevcut. Bir köpeği zehirli dumanla öldürülürken izlemek, cezaevindeki tecavüz sahnesinden daha az rahatsız edici değil.
Diğer iki önemli rolü oynayan aktörler de -gizli servis yöneticisi Alex ile terör örgütü lideri Al Barad- filme hem zemin hem de ağırlık kazandırıyor. Cesar ödüllü aktör Gerard Lanvin, film boyunca değişmeyen lanet suratıyla hayli inandırıcı ve serinkanlı bir profil çiziyor. “Casino Royale”den hatırlayacağınız Simon Abkarian’ın da ondan aşağı kalır yanı yok. Ancak Diane rolü için seçilen genç aktris Vahina Giocante -ki aslında filmin asıl başrolünü oynuyor- için aynı şeyleri söyleyemeyeceğiz. Pierre için seçilen Nicolas Duvauchelle ise, tüm yeteneğine rağmen senaryodaki ihmaller nedeniyle sahneden sahneye değişen karakterinin ruh halini yansıtmakta zorlanıyor.
Philippe Haim’in, henüz 4. filminde zor bir türde cesur bir iş koymaya çalıştığını kabul etmemiz lazım. Ne var ki, karakter işleyişindeki aksaklık, onu zayıf noktasından vurmuş görünüyor. İnsanın aklına, politik-aksiyon alt türünde son dönemin en başarılı filmlerinden “Traitor” geliyor. Don Cheadle’ın ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu görmenin yanı sıra, bir teröristin ve peşindeki ajanların psikolojisini anlamada ve anlatmakta çok mahir bir filmdi. Galiba bazı filmler, aynı türdeki diğer yapıtların değerini daha iyi anlamamızı sağlıyor.