Cesaretle savaşırsınız, onurla savaşırsınız... Peki aslında ne için savaşırsınız?
Savaşımızı, şövalyelerimizin neden savaştığını anlayabilmek için
çoğunluğun unuttuğu bazı gerçekleri yeniden gün ışığına çıkarmalıyız.
İçinde bulunduğumuz savaşın kökleri evrenin başlangıcına dek uzanıyor.
Ne de olsa dünya hep bugünkü gibi bir yer değildi.
Bizim zaman diye adlandırdığımız dönemden önce yalnızca mistik bir
boşluk vardı ve bu boşlukta çok eski, hiçbir özel şekli olmayan
enerjiler dolanıyordu. Bilinmeyen bir sebeple bu eski enerjiler yavaş
yavaş biçim kazanmaya başladı. Bu cisimleşme/maddeleşme sırasında çok
özel bir güç bilinç kazandı.
Logos adındaki bu gücün tek amacı kendi yansımasını
yaratmaktı. Yüksek dağları, derin vadileri ve masmavi gökyüzü ile
Carnac dünyasına ilk şekil veren o oldu. Sonra, kayaları yontması,
vadileri ve okyanusları doldurması için suyu getirdi. En sonunda dünya
mistik boşlukta turkuaz renkli bir mücevher gibi salınan muhteşem bir
yere dönüştü. Ancak, Logos tatmin olmamıştı. Yarattığı nehirlerin,
okyanusların ve göllerin ihtişamına tanıklık edecek birilerinin olması
gerektiğini hissediyordu. Kayalar ve dağlar tek başlarına görkemliydi
fakat hiçbirinde hayat yoktu.
Logos, dağları yapmak için kullandığı enerjiden artanlar ile
hayatı yarattı. Artık suda yüzen balıklar ve toprakta yetişen ağaçlar
vardı. Ardından yeryüzünde hayvanlar belirdi ve gökyüzünde kuşlar
süzülmeye başladı. Logos, son olarak, kendisine benzeyen insanları
yarattı. İnsanlar, Logos gibi, dünyayı kendi ihtiyaçlarına göre
şekillendirme gücüne sahipti.
Bir süre herşey yolunda gitti. Logos, insanlar onu Tanrı diye
adlandırıyordu, durumdan memnundu; yarattıkları ise kendilerine
bahşedilen dünyanın tadını çıkarıyordu.
Oysa yakında hepsinin huzuru bozulacaktı.
Yansıması olan insanları yaratma telaşı içinde Logos, bir
enerji parçasına biçim vermeyi atlamıştı. Unutulan bu parça, yüzyıllar
boyunca, karanlık bir vadide güzel bir cisme dönüştürüleceği anı
bekledi durdu.
Başlarda oldukça sabırlıydı.
“Logos’un benim için özel bir planı vardır.” diye düşünüyordu. “Belki de beni neye dönüştüreceğine henüz karar vermedi.”
Uzun bekleyişin sonunda, biraz ilgi gördükten sonra terkedilen
her bilinçli varlığın yaptığı gibi, sabrı tükendi ve öfkesi kabarmaya
başladı. Logos’unkine benzeyen bilinci sayesinde, unutulan bu enerji
parçası yavaş yavaş kendine biçim vermeyi başardı. Üstelik insanlar
gibi sınırlı bir şekli yoktu, aksine her değişimde insanların
sınırlarının ötesine geçiyordu. Değiştikçe daha da güçleniyor,
unutulduğu için duyduğu öfke gitgide büyüyordu.
Logos, Unutulan’ı nihayet hatırladığında çok geç olmuştu.
Unutulan, kendine Pathos adını veren bir varlığa dönüşmüştü. Logos’un
gücüne kafa tutacak kadar kuvvetliydi, fakat içinde ondaki merhametin
zerresini taşımıyordu. Aksine, Logos’un özenle yarattığı herşeyi
mahvetmek için yanıp tutuşuyordu. İntikam almak uğruna yaptığı ilk
hamle dünyaya Değişim getirmek oldu.
Pathos’un getirdiği Değişim yüzünden dört mevsim, gece ile
gündüz, hayat ve ölüm ortaya çıktı. Pathos için bu yeterli değildi,
kendisinin duyduğu acıyı ve terkedilmişlik hissini Logos’un da
tatmasını istiyordu. Pathos, bir avuç kumu aldı; her bir kum tanesine,
ileride insanlığın günahları olarak anılacak, en karanlık duygu ve
dürtüleri doldurdu. Ardından her bir zerreyi alıp insan doğasına ekti.
İnsanlar Logos’tan uzaklaşmaya ona yüz çevirmeye başladı. Hükmetmeye ve
yok etmeye yarayan hırsı, şehveti ve arzuyu tatmışlardı.
TanRıcann Teßessumu
Pathos’un
ölümü getirmesiyle Logos’un dünyanın görkemli varlığının sonsuza dek
süreceği yönündeki hayali yıkıldı. Çünkü, Logos’un sadece yaratma gücü
vardı, yenileme gücü yoktu. Böylece, Pathos’un öyle bir niyeti olmadığı
halde, hayat ve ölüm arasındaki ayrım yeni bir varlığın ortaya
çıkmasına neden oldu. Ölenlerin geride bıraktığı enerjilerden yeni
hayatlar yaratma görevi yeni tanrıya, Hayat Tanrıçası Akara’ya verildi.
Akara her canlı ile devamlı bir ilişki içindeydi. Yaşlanıp
ölenleri gözetir, onların yerini gençlerin almalarını sağlardı. Dünya
üzerindeki canlıları Logos’un anlayamadığı bir şekilde anlamayı
başarıyordu. Kendisine hiç saygı göstermedikleri halde canlıları ona
aitlermiş gibi seviyordu. Zaman geçtikçe, üzüntü içindeki Logos’un
onlardan uzaklaştığını fark etti; yarattıklarının değiştirilmesine
özellikle ölmesine katlanamayan Logos onları ihmal etmeye başlamıştı.
Akara, yaratıcı rehberlik etmediği sürece hayatın verimli
yaşanamayacağını biliyor, üzülüyordu.
Bazen insanlar şöyle dua ediyordu:
Biz senin çocuklarınız,
Unutmuş olsan da
Terketme bizi asla.
“Belki,” diye düşündü Akara. “Belki bu çocuklara kendi çocuklarım gibi sahip çıkmalıyım.”
Logos, Akara’nın niyetini anladı; yarattıklarını tamamen
kaybetmekten korktuğundan sorumluluklarını yerine getireceğine dair
Akara’ya söz verdi. Tanrıça bir süreliğine rahatlamıştı.
Tam Logos sözünü tutmak üzere işe koyulduğunda Pathos yeniden ortaya
çıktı. Bu defa, Logos’un en başta yarattıklarından birini, Logos’un
üzerinde ilk kez rüzgarı hissettiği, bulutlara ilk kez dokunduğu
dağları yok etmeye karar vermişti. Pathos, Carnac’ın çekirdeğinin
derinliklerinden ateşi çağırdı; çok sevdiği dağlarının yıkılması
karşısında dehşete kapılan Logos Pathos’u durduramadı. Yok edici
alevler ormanları tutuşturmuş, nehirleri kurutmuştu. İnsanlar tanık
oldukları felaket karşısında çaresizdi, pek çoğu hayatını kaybetmişti.
Logos derin bir kederle yeniden kabuğuna çekildi, artık ona ait olmayan dünya ile ilgilenmiyordu.
Bu defa Akara, Logos’un sorumluluğunu üstlenmekte kararlıydı.
Ancak Logos’un kolay vazgeçmeyeceğini biliyordu. Hayatın
sürdürülebilmesi için, dünyayı zayıf yürekli Logos ve acımasız
Pathos’tan kurtarmak üzere bir komplo düzenledi.
Akara’nın bu arzusu yeni bir Tanrı’nın yaratılmasına neden oldu:
Cypher. Yeni Tanrı, yıkım ve aldatmacadan başka bir şey bilmiyordu.
Akara, Logos’un yanına gidip ona yeni Tanrı’dan bahsetti. “Yok etme
gücü var, ne daha fazlası ne daha azı. Onun gücünü kullanarak
Pathos’tan kurtulabilirsin.”
Akara’nın anlattıklarını dinleyen Logos sevinç içinde Cypher’ı
aramaya koyuldu. Dünyayı yeniden eski haline getirme hayalleri ile
oradan uzaklaşırken Tanrıça’nın yüzünde beliren tebessümü göremedi.
Cypher, Logos’un beklediği gibi bir Tanrı çıkmadı. Yine de Logos, Hayat Tanrıçası’na güvenip Cypher’dan yardım istedi.
Elbette Logos, Akara’nın çoktan Cypher’a gidip ona diğer iki Tanrı’yı
nasıl yok edeceğini anlattığından haberdar değildi. “Önce Pathos’un
öldürmelisin.” diye Cypher’a tavsiyede bulundu. “Logos idealist ve
zayıf olandır; onu daha sonra da öldürebilirsin.”
Pathos ile yapılacak karşılaşma için hazırlanmaya başlayan
Logos etrafındaki bulutları toplayarak bir kılıç yaptı. Buluttan kılıcı
o kadar güzel biçimlendirmişti ki keskin aletin öldürücü özelliği adeta
maskelenmişti. Yaptığı kılıcı Cypher’a verdi ve birlikte Pathos’un
yaşadığı Carnac’ın en karanlık vadisine doğru yola koyuldular.
Onlar yaklaşırken Pathos gölgelerin arasından sıyrıldı ve
ağaçtan yapılmış sihirli mızrağını üstlerine fırlattı. Mızrak adeta
çevresine hayat enerjisi yayıyor, beraberinde sükunet taşıyordu. Böyle
bir silahı ancak bir tek kişi yapabilirdi, silahı yapan Tanrıça onları
uzaktan seyrediyordu.
Dövüş çok hızlı ve şiddetli sürüyordu. Dövüşçüler tek kelime
etmeden mücadele ediyordu. Cypher parlak kılıcını havaya kaldırdı,
Pathos ardı ardına gelen hamleleri savuşturmayı başardı. Dövüşü izleyen
Logos, Pathos’un hak ettiği sona kavuşması için sabırsızlıkla
bekliyordu. Silahları ile yenişemeyen iki Tanrı, zafer kazanmak için
özel güçlerini kullanmaya başladı. Önce Pathos, güneşi ve yıldızları
ortadan kaldırarak dünyayı karanlığa boğdu. Cypher bir an için kör
oldu. Pathos mızrağını ileri fırlattı, rakibinin omzunu sıyırıp geçen
mızrak yeşil bir ışık saçtı. Mızraktan yayılan yeşil ışık Cypher’ın
görmesine ve Pathos’un sol kolunu kesmesine yetti.
Pathos acıyla bağırarak dizlerinin üzerine çöktü; yaşam gücünü
kaybediyordu. Cypher ve Logos zafer sevinciyle birbirlerine bakarken
Pathos ve Cypher arasında belli belirsiz bir değişim gerçekleşti. Dış
görünüşleri değişmemiş olsa da yaşam güçleri ikisinin bedeni arasında
yer değiştiriyordu. Pathos, -sihirli değiştirme yeteneği- sayesinde
artık Cypher’ın bedenindeyken Cypher’ın ruhu az evvel yaraladığı mağlup
bedene hapsolmuş yatıyordu.
Çok acı çekmesine rağmen Cypher’ın ruhu ölüme direniyordu.
Mızrağı hızla fırlattı ve daha önce kendisine ait olan bedene sapladı.
O sırada Pathos beden değiştirmeyi akıl edişini kutlamakla meşgul
olduğundan mızrağı fark etmedi. Sihirli mızrak Tanrı’nın kalbine
saplanıp onu yok etti.
Pathos ölmüştü, Cypher ise ölmek üzereydi. Cypher, artık
güçlerinin yok etmekle sınırlı olmadığını hissediyordu. Ruhların
değişimi nedeniyle, biraz çaba gösterirse o da bir zamanlar Pathos’un
yapabildiği gibi değişime yol açabilirdi. Yeni yeteneğiyle önce kesik
koluna odaklanarak akan kanı durdurdu. Daha sonra tendon ve kemiklere
yoğunlaşarak onların büyümesini ve yeniden kesilen uzvun şeklini
almasını sağladı.
Tamamen iyileşince ayağa fırladı, yeni gücünü herkesin duyması için bağırdı: “Yeniden doğdum! Artık eşsizim, korkun benden!”
Güç gösterisinde bulunmak için vadiyi paramparça ederek bir
tapınak inşa etti. Ancak bu tapınak taştan değil camdan yapılmıştı.
Keskin kenarları dört bir yana ışık saçıyordu.
Zamanla insanlar tapınağa hayranlıklarını sergilemek,
yaratıcısı yeni ve güçlü Pathos-Cypher’a saygılarını göstermek amacıyla
buraya akın ettiler.
Pathos ve Cypher arasındaki dövüş ve Pathos- Cypher varlığının ortaya
çıkışı Carnac’ta birtakım değişimlere yol açtı. Çiçekler kokularını
kaybetti, ani mevsim değişiklikleri baş gösterdi ve yeraltı suları
kahverengi adeta paslı akmaya başladı. Üstelik yakında başka
değişiklikler de görülecekti.
Bu değişikliklere yol açan Pathos-Cypher’ın yaptıkları
değildi. O, insanların kendisine gösterdiği ilginin tadını çıkarmakla
meşguldü.
Böylece aradan yıllar geçti ve insanlık 6 büyük krallığa bölündü: Çölde
kurulu savaşçı Hellsgarem, çelik gemileri ve limanları ile Bluegrant,
beyaz şehir Anrdeam, muhteşem mahsulleri ile ünlü Planisad, ticaret
merkezi Brisbia ve tüm krallıkların en uzak ucunda bulunan El Morad.
Krallıklar oluşurken, dünyada meydana gelen değişimler
yalnızca mevcut yaratıkları değil başka şeyleri de etkiledi. Kurda ve
ayıya benzeyen ama onlardan çok daha korkunç ve vahşi olan devasa
yaratıklar görülmeye başlandı, üstelik sayıları her geçen yıl
artıyordu. Daha şaşırtıcı olanı da taş ve sihirden yaratılmış
varlıklardı. En kötüleri ise tüm hayatı kendi anladıkları düzeye
(ölmemeye) getirmeye çalışan zombilerdi.
Cehennemden gelen yaratıkların sayısı o kadar artmıştı ki
yüksek duvarlar ile çevrili, sadık muhafızlarla korunan şehirler bile
onlara karşı koyamıyordu. İlk düşen krallık Planisad oldu, böylece
yiyecek sıkıntısı baş gösterdi. Kısa süre sonra, Brisbia ve Arrdeam
kaybedildi. Ulu barbar krallığı Hellsgarem bile hayatta kalamadı,
krallığın düşüşünü görmektense şehri kendileri yakmayı tercih ettiler.
Buradan kurtulanlar, şehirlerinden kaçıp El Morad’a gitmekte olan
Bluegrant gemilerine sığındılar.
El Morad kralı Manes sığınmacıları koşulsuz kabul etti. Gücü
yerinde olanlar, henüz saldırıya uğramayan tek şehrin savunmasını
kuvvetlendirmek üzere orduya alındılar. Yeni savaş alanları inşa
edildi, gerekli malzemeler temin edildi ve yeni silahlar yapıldı. El
Morad halkı şehirlerini kaybetmemeye kararlıydı, kendi şehirlerini
bırakıp kaçanlarsa yeni evlerini bağlılıkla savunmaya hazırdı. El Morad
insanlığın son kalesiydi. Kaybedilirse insanlığın sonu olurdu.
Yedi uzun yıl boyunca ölmeyen yaratıklar ve canavarlarla savaştılar.
Kral Manes, yıllarca dualarına kulak vermeyen, olanlara seyirci kalan
tanrılara yakarıp durdu. İnsanlar hala direniyor hatta güçlenmeye
başlıyordu.
Savaşın ilk iki yılı geçtiğinde El Morad sakinleri saldırılara
alışmıştı. Direnişleri sağlamdı, savaş tekniklerini geliştirmişlerdi.
Sonunda, güvenli duvarların arkasından çıkmaya bile cesaret ettiler.
Onlara metal ve ağaç sağlayan şehrin ardındaki dağların arasından
geçitler açıp silahlı birliklerini ormanlara gönderdiler ve toprağı
ekmeye başladılar. Başlangıçta ürün yetiştirmek zor oldu, ancak zamanla
insanları dağlara veya yeraltına yerleştirerek mahsul ekimi için şehrin
güvenli duvarları arasında boş alanlar yaratmayı başardılar.
Üçüncü yılda, artık tecrübe kazanmış olan askerler sadece
saldırıları geri püskürtmeyi beklemekten vazgeçip canavarları avlamaya
başladılar. Savaşçılar evlerine kahramanlık ve zafer hikayeleri ile
dönüyordu. Bu savaşçılar daha sonra biraraya gelerek Şövalyeler olarak
bilinen birliği oluşturdular. Şövalyeler, El Morad dışında yaşar ve
hayatlarını görevlerine adardı, bazıları sihir yapmayı ve şifa ilmini
bile öğrenmişti. Böylelikle yıllar geçti ve şövalyeler güçlenerek
varlıklarını sürdürdü.
Savaşın yedinci yılının son gecesinde, olağanüstü bir şey
yaşandı. El Morad üzerine kızıl yağmur yağmaya başladı. Uzaklarda
beliren yeşil bir sis tabakası şehre doğru sürükleniyordu. Ürkütücü bir
ses duyuldu, insanlar ilk kez kapılara doğru kaçmaya başladılar.
Hiçbiri korktuğunu inkar edemezdi.
Kral Manes son bir umutla tanrılara yalvardı.
Tanrılardan biri sesine kulak verdi. “Benden dileğin nedir?”
“Halkım her gün ölüyor. Lütfen bize yardım edin.”
“Yardıma ihtiyacınız yok.”
“Fakat halkım her gün ölüyor. Şimdiyse bu korkunç yağmur ve sis
baş gösterdi. Halkım sonumuzun geldiğini düşünüyor. Nasıl yardıma
ihtiyacımız olmaz?”
“Yardıma ihtiyacınız yok.”
Halkının kurtuluşunu sağlamakta kararlı olan Kral yalvardı.
“Fakat siz güçlüsünüz! Siz dilerseniz herşey yoluna girebilir. Biz
sizin aciz kullarınız.”
“Kullar da felaketlerden nasibini alır, siz benim kullarım
olacaksınız. Bugün dualarınızı kabul etmek için değil sonunuzun
yaklaştığını haber vermek için ortaya çıktım.”
Kral öfkelenmeye başladı. Tanrı’ya bağırma cüretini göstererek
“Eğer bize yardım etmeyecekseniz biz o sonu hep birlikte
karşılayacağız.” dedi.
Tanrı çoktan gitmişti. Kral hangi Tanrı ile konuştuğunu bile
bilmiyordu. Ona cevap veren Logos muydu? Yoksa Akara ya da Pathos-
Cypher mı?
“Yapabileceğimiz bir şey mutlaka vardır” dedi konsey üyelerinden biri, alnındaki teri silerek.
Yanında duran başka bir üye esnemesini güçlükle bastırdı. Vakit öğleyi
geçmişti; liderler, Tanrı’nın Kral’a karşılık verdiği dün geceden beri
aynı konuyu tartışıyordu.
Planisad şehrinden bir Lord ayağa kalkıp söz aldı ve şehre
yaklaşan yeşil sisten kurtulmak için kaçmayı önerdi. “Burada kalıp o
korkunç, tüyler ürpertici sisin bizi yutmasını bekleyemeyiz.” dedi.
Keşfe gönderilenlerden geri dönen olmamıştı, bu nedenle Lord hala vakitleri varken kaçmanın en iyisi olduğuna inanıyordu.
Diğerleri öneriye itiraz etti, çünkü herkesi şehirden çıkarmak günler
sürerdi ve şehrin güvenli duvarlarının dışında kaçmaya çalışırken sise
yakalanma ihtimalini göze alamazlardı.
Cesur bir Erenion “Tanrı’yı öldürürsek herşey düzelir.” diye
atıldı elini havaya savurarak. O sırada kadehini doldurmakta olan zayıf
hizmetkarı neredeyse deviriyordu.
Bir Barbar “Evet.” diye bağırarak onayladı. “Daha önce de kaçtık ama
buraya gelip direndiğimiz için kurtulabildik. Daha önce de savaştık,
yine savaşalım. Savaşalım. Bırakın gelsinler.”
Konsey kargaşa içindeydi. Tanrı ile savaşma önerisi ilk kez
sunulmuyordu. Çoğu tek çözümün bu olduğunu düşünse de hiçbiri savaşmaya
istekli değildi.
“Sen delirdin mi?” diye bağırdı biri. “Cypher bir TANRI!”
“Tanrı olan Pathos, aptal! Gözünü aç!”
Soylu olmayan üyelerden biri, kendisi başka yararlı özelliklerinden çok
kitap okumasıyla bilinirdi, “ Ben bu olayın arkasında başka bir Tanrı
olduğundan şüpheleniyorum.” dedi.
Kral ayağa kalkıp konseye seslendi. “Kalacağız, fakat savaşmayacağız. Şövalyelere haber salın.”
Atlı şövalyeler halkın sevinç çığlıkları eşliğinde kalenin
kapısından içeri girdi. Kurtarıcılar, efsanenin kahramanları gelmişti.
Keskin kılıçları ve parlak zırhları ile eski hikayelerdeki kahramanları
andırıyorlardı. Onları gören hiç kimse yenilebileceklerine inanmazdı.
Yaklaşık üç yüz şövalye Tanrı’yı aramaya koyuldu. Efsaneye
göre, tanrılardan biri çok uzun zaman önce yaptığı camdan bir tapınakta
yaşıyor ve tüm ihtiyaçları inananları tarafından karşılanıyordu.
Ellerinde çocuklara anlatılan hikayelerden başka ipucu olmayan
şövalyeler atlarını vahşi ormanlara sürdüler. Nadiren karşılarına çıkan
bir kaç kötü yaratığı öldürerek yollarına devam ettiler. Şövalyelerin
her zaman avladığı bütün o kötü yaratıklar birdenbire ortadan kaybolmuş
gibiydi.
Bir gece şövalyelerin üzerine ağır bir yorgunluk çöktü ve hepsi derin
uykuya daldı. Düşlerinde vadinin kıyısında insanların bulunduğu bir yer
gördüler. Bazıları, uykunun tesiriyle, aradıkları yere geldiklerini
sandı. Yaklaştıkça, insanların yüzündeki umutsuzluğu, yorgunluğu ve
tarifsiz kederi gördüler. Düş gören şövalyeler gerçeğe uyanmaya
başlamıştı. Burası Tanrı’nın eviydi, insanlar da ona tapan inananlar
değil Tanrı’nın köleleriydi. Tapınağa iyice yaklaştıklarında
görmedikleri halde varlığını hissettikleri bir el görüşlerini kapattı.
Böylece rüyadan uyandılar, ama sabaha dek yerlerinden ayrılmadılar.
Gördükleri rüya yüzünden tedirgin olsalar da şövalyeler hala son derece
kararlıydı. Üstelik yeni bilgiler edinmişlerdi. Batıya doğru harekete
geçtiler, aradıkları yerin o yönde olduğunu biliyor gibiydiler. Rüyanın
etkisiyle zihinlerinde ve kalplerinde uzun zaman önce unutulmuş bir dua
dillenmeye başladı.
Biz senin çocuklarınız
Uzun zaman unutmuş olsan da
Terketme bizi asla.
Şövalyeler, durmaksızın, günlerce at sürdüler. Ne kendileri ne
de atları açlık ya da yorgunluk hissediyordu. Hepsi rüya sayesindeydi.
Ve dua.. Onlara güç vermişti. O muhteşem manzara ile karşılaşıncaya dek
yola devam ettiler. Karşılarında elmas gibi parıldayan muazzam bir
tapınak duruyordu. Rüyalarında görmüş olmaları bile onları bu göz alıcı
manzaraya hazırlamamıştı.
Ancak tapınakla aralarında aşılmaz bir engel vardı. Gözle görünür bir
engel değilse de atlar bir noktadan sonra ilerlemeyi reddediyordu.
Atlarından inen şövalyeler bile o görünmeyen sınırın ötesine geçmeyi
başaramıyordu. Sanki sınıra yaklaşınca onun ötesine geçme isteği
kayboluveriyordu.
Öğlen olduğunda hala karşıya geçebilen kimse yoktu, etraflarında bazı
değişiklikler beliriyordu. Onları çevreleyen ormanlar ve çimenler tıpkı
bir serap gibi kayboluyordu. Toprak hızla kuruyor ve çatlıyordu.
Derken, üzerinde durdukları toprak ansızın ikiye ayrıldı ve şövalyeler
açılan büyük yarığın içine düştü.
Pek çoğu yaralandı, bazıları öldü. Hayatta kalanlarsa kendilerini,
önceden karşılaştıkları ya da ilk kez gördükleri türlü canavarla dolu
bir mağarada buldu. Ormandaki tüm kötü yaratıkların geldiği yer
burasıydı.
Yaratıkların üzerinde Pathos- Cypher duruyordu.
Tanrının bir kafa işaretiyle tüm yaratıklar şövalyelere doğru
saldırıya geçti. Şövalyeler ellerindeki kalkanları gövdelerine siper
ederek daire oluşturdular, böylece hem düşmanı olabildiğince uzak
tutacak hem de dairenin içindeki yaralı ve şifacıları
koruyabileceklerdi. Şövalyeler usta savaşçılardı, ancak savaş ilerleyip
sayıları azaldıkça amansız düşmanlarının saldırılarının sonu gelmeyecek
gibi görünüyordu.
Şövalyelerin sayısı ellinin altına indiğinde canavarlar
saldırmayı bıraktı. Pathos-Cypher yaklaşırken onlar geri çekildi.
Tanrı, sonlarına kavuşmadan evvel, ölümlülerin kendisini görmesini
istiyordu. Tanrı’yı ilk kez yakından gören şövalyeler onun gerçekte
nasıl göründüğünü öğrendiler. Devasa cüssesine rağmen yaşlı bir adamdan
biraz halliceydi. Şövalyelerin beklediği gibi gaddar bir savaşçıyı
andırmıyordu.
Tanrı, “Hoş geldiniz, Şövalyeler. Yorgun olmalısınız.” diyerek onlarla alay etti.
Şövalyeler karşılık vermedi. Onun yerine, kılıç kullanmakta
usta olanlar seçtikleri hedefe doğru kılıçlarını savurdu. Mistik
savaşçı güçlerine sahip olan şövalyeler son bir karşı saldırı için tüm
güçlerini kullandı, yaratıkların üzerine alev ve yıldırım yağdırmaya
başladılar. Saldırı o kadar şiddetliydi ki Pathos-Cypher canavarların
ölümünü seyretmekten başka bir şey yapamadı. İnsanlar yenilmişti belki
ama, ayakta tek bir canlı yaratık bırakmamışlardı. Hala hayatta olanlar
yaratıklar da kan içinde çaresizce yerde yatıyordu. Şövalyeler Pathos-
Cypher’ın etrafını çevirdi.
Yalnızca fiziksel güç ve birazcık sihirle bir Tanrı’yı mağlup etmeye çalışmak düpedüz delilikti. Yine de denemeleri gerekiyordu.
Pathos-Cypher kendisinin şövalyelerin kılıcından ve
büyülerinden daha güçlü olduğunu biliyor ve korkmuyordu. Elinin bir
hareketi ile öldürülen şövalyelerin cesetleri canlandı ve bir zamanlar
kardeşi oldukları savaşçıların üzerine saldırdı. İlk zombi kılıcını
kavradığında hayatta olan Şövalyelerin zihninde bir dua canlandı.
Yeniden, rüyada öğrendikleri duayı okumaya başladılar.
Biz senin çocuklarınız
Uzun zaman unutmuş olsan da
Terketme bizi asla.
Öldürülen kardeşleri birer birer canlanıyor ve onlara karşı
silahlanıyordu. Şövalyeler, hayatlarında ilk kez hem böylesine korkuyor
hem de böylesine umut besliyordu. Dua etmeyi sürdürdüler.
Biz senin çocuklarınız
Uzun zaman unutmuş olsan da
Terketme bizi asla.
Ağızlarından dökülen sözcükler mağara duvarlarında yankılanıyordu.
Seninle yeniden bir olduk biz
Artık duyabilirsin sesimizi,
Dualarımıza kulak ver.
Dualara kulak asmayan Pathos-Cypher daha şiddetli saldırdı, şövalyeler hala direniyordu.
Sona yaklaşmaktayken,
Ezele kavuşmayı arzuluyoruz,
Bizi evimize kabul et.
Gökyüzünde yıldırım gibi bir ışık belirdi. Yaratıcı Logos
kutsal yayını çıkardı ve kurtuluş için edilen dualardan aldığı yaşam
enerjisi ile dolu sihirli okunu fırlattı. Ok, inançsız Pathos-
Cypher’ın kötü kalbinden saplandı.
Pathos- Cypher son nefesini verirken Şövalyeleri lanetledi. “Bana eziyet eden herkes benim siyah kanımla lanetlensin!”
Logos’un korumadığı gözleri kör edecek bir parlaklıkla Pathos- Cypher ışığa karıştı ve mistik boşluğa gönderildi.
Sevgi dolu iki ses duyuldu sonra. “Çok uzun zamandır size kavuşmak, size dönmek için yol alıyorduk. Eve hoş geldiniz.”
Bazı şövalyelerin dudaklarından şu isim döküldü: “Logos.”
İçlerinden bazıları farklı bir ismi mırıldandı. “Akara.”
Pathos- Cypher’ın ölümü ile kızıl yağmur dindi, yeşil sis dağıldı.
Zafer kazanan şövalyeler El Morad’ı kutlama yaparken bulmak umuduyla
evlerine döndüler. Yedi yıl süren savaş nihayet onların zaferi ile
noktalanmıştı. Ulu şövalyelerin hikayeleri insanlar arasında çabucak
yayılmıştı. Logos ve Akara adına tapınaklar inşa edildi. Alimler bu iki
Tanrı’yı neyin biraraya getirdiğini tartışıyordu. Bu birliğin
gerçekleşmesini sağlayan ne olmuştu?
İnsanlık yeniden gelişmeye başladı ve herkes Pathos- Cypher’ın korkunç lanetini unuttu.
Artık barış sağlanmıştı, insanlar şehirlerden ayrılmaya
başlamıştı. Başlarda, bir zamanlar onları koruyan duvarların ve
siperlerin yakınında küçük çiftlikler kuruldu. Ardından ekilen alanlar
genişlemeye, çeşit çeşit mahsuller yetiştirilmeye başlandı. Çiftçilere
destek olmak için köyler kuruldu. Nüfus bu yerleşim birimlerine doğru
yayıldı ve medeni dünya hızla büyüdü.
Ancak, El Morad topraklarında barış uzun sürmeyecekti.
Yeni bir hayata başlayan şövalyeler çocuk sahibi de oldular.. bu çocuklar Pathos- Cypher’ın lanetli siyah kanını taşıyordu.
Siyah kandaki kötülük insanları hastalanmasına yol açtı ve
krallıkta salgın hastalık baş gösterdi. Salgının sebebini öğrenen
insanlar öfkeden deliye döndü. Etrafa korku salan bu çirkin çocuklardan
bazıları ormana terk edildi, bazıları insanlardan saklanmak için şehrin
karanlık, ıslak lağım borularına sığındı. Bu lanetli çocuklara
Tuarekler adı verildi.
El Morad rahipleri, Tuarek’lerin kötü olduğuna inanarak onları
esir aldı. Şövalyelerin çocukları, ailelerinin kurtardığı şehirde, El
Morad’da birer esir olarak yaşıyordu.
Kısa bir süre sonra, Tuareklerden biri cesaret gösterip
diğerlerine öncülük etmeye başladı. Sürekli korku ve utanç içinde
yaşamak zorunda olmayacakları bir yerde toplanmaları için mücadele
ediyordu. Tuareklere savaşmayı ve vahşi doğada nasıl hayatta
kalacaklarını öğretti. Tuareklerin ruhani lideri olan bu kahramanın adı
Zignon’du. Zignon önderliğindeki Tuarekler kuzeye doğru yol koyuldu.
Yol boyunca, Pathos’un hala hayatta olan hizmetkarları ve onları takip
eden El Morad askerleri ile savaşmak zorunda kaldılar.
Çoğu zaman açlıkla ve soğuk hava şartları ile mücadele ederek kuzeye
doğru giden Zignon’u takip ettiler. Dünyanın sonu olduğu söylenen
Eslant dağlarını aştılar. Dağlardaki buzlu platoda Luferson Kalesi
bulunuyordu. Burası Pathos’un yıkıma başladığı yerdi ve El Morad
askerlerinden korunmak için uygundu, bu nedenle Zignon, Luferson Kalesi
etrafına bir krallık kurdu. Krallığa, Karus ulusu adını verdi. Zorlu
iklim koşullarına uyum sağlayamayan pek çok Tuarek burada hayatını
kaybetti, hayatta kalanlar kendilerini böyle sefil bir yere getirdiği
için Zignon’a öfke duyuyordu.
Zignon, Tuarekleri kurtarması için Logos’a yalvardı, ancak
Logos ona yanıt vermedi. Çünkü değişim geçiren bu yaratıkları Logos
yaratmamıştı, o sadece insanları yaratmıştı. İnsanların çocukları ve
kahraman şövalyelerin torunları oldukları halde Tuarekler gözden
çıkarılmış ve yüz üstü bırakılmışlardı.
Zignon’un dualarına cevap veren bir Tanrı oldu. İsmini
söylemedi, gülümsemekle yetindi ve Zignon’a şöyle dedi, “Sonunda
hayallerim gerçek oldu, artık benim de kendi çocuklarım var.”
Gizemli Tanrıça’nın desteğini alan Zignon, El Morad’ı
devirmek, kendisinin ve arkadaşlarının katlanmak zorunda kaldığı
aşağılanmayı ve baskıyı onlara da yaşatmak için intikam yemini etti.
Sonsuz Savaş böylece başlamış oldu.
Karus ve El Morad arasında süren sonsuz savaşlarda birçok kahraman
cesurca savaşarak öldü fakat hiçbiri Ronark’ın cesareti ve gücüne asla
sahip olamadı. El Morad’ın en güçlü büyüleriyle donatılmış bu korkusuz
kahraman, savaşlara her zaman en önde atılarak “Logos İçin!” diye
haykırmasıyla tanınırdı. Ronark, karşısında durmaya çalışan tüm
ahmaklara eşsiz büyülerinden tattırıp, onları bir daha dönmemecesine
yok edebiliyordu. Fakat en güçlü kahramanlar bile ölümlü vücutlarıyla
bazen kaybetmeye mahkumdur.
Bu korkusuz kahramanın sonu olduğuna inanılan topraklar onun
anısına “Ronark Toprakları” olarak adlandırılmıştı. Ancak herkesin
bildiğinin aksine aslında Ronark yok olmamıştı! Tanrı Akara, Ronark
karşısında çaresiz kalan Tuarek’leri izledikçe hiddetlenmiş ve Ronark’ı
savaş sahnesinden kaçırarak sihirli bir küreye hapsetmişti. Ronark
çaresizce tanrısı Logos’tan yardım dileyip durdu fakat haykırışları
sanki sağır kulaklara gidiyordu. Her ne kadar Tanrısı O’nu terketmiş
gibi gözüksede, Ronark’ın yüreğinde Logos için sakladığı inanç asla
kaybolamazdı. En sonunda, bir gün Logos Ronark’ın rüyasında bir siluet
olarak belirdi ve Ronark’ı içinde hapis tutulduğu sihirli küreden
kurtulabilmesi için gereken büyüyle besledi. Aradan geçen uzun zamandan
sonra, Ronark en sonunda sihirli kürenin tüm enerjisini içine
çekebilmiş ve Akara’nın zulmunden kendini kurtarabilmişti. İçinde bir
Tanrı tarafından bahşedilmiş en güçlü büyüyü barındıran Ronark artık
bir ölümlü vücudundan sıyrılmış ve kendini yepyeni bir Tanrı olarak
bulmuştu.
Bugün, Ronark Topraklarında sonsuz savaş tekrar canlanıyor. El
Morad ve Karus ırklarını birşey sanki tetikliyor. Dökülen kanların
üzerinde eşsiz şekilde yankılanan bir ses, herkesin kulaklarında şu
sözlerle çınlıyor:
“Hazır ol Akara! Senin hilelerin beni savaşımdan kopardı ve
senin büyün bugün beni bir Tanrı yaptı! Carnac, şovalyerin artık yeni
bir Tanrısı var! Bugün herkes yerini almak ve savaşmak zorunda!”
Ronark’ın dönüşümü ona ölümsüzlük verdi, fakat onu çok güçlü yapmadı.
En güçlü Karus şampiyonları bir kerede hepsini öldürebilirdi, fakat bu
sefer bir orduya karşı gelemedi. Taktik ve disiplinli çalışmayla,
Karus, Ronark’ı yenmeyi başardı, fakat herseferinde bu kahramanın
içindeki ölümsüzlük enerjisi tekrardan dirilmesini sağlamaktaydı. Her
diriliş bir işkenceydi ve Ronark bu amansız acılara dayanmaya çalırken
bir yandanda Logos’a olan öfkesi büyüdü. Hatta Cypher ve Pathos’un
yoketme gücüne sahip olmayı bile arzuladı.
Ronark Cypher ve Pathos’un yokedilmesinden sonra bu korkunç gücten
arda kalanlardan yararlanabilmek için gizemli bir araştırmanın içene
girdi. Gecelerce ve haftalarca araştırdı, ama arışı başarısızlıkla
sonuçlandı. Sonra, bir gece, günışıgı tam doğmak üzere iken, aradığını
buldu. Aslında düşündüğü gibi ulaşılması zor biyerde değil aksine
ElMorad ordusunun herzaman savaştığı vadideydi. Ronark, büyük bir
zevkle kükredi. Uzun zamandır ulaşmaya çalıştığı ve Karusu yokedecek bu
güce artık sahipti. Bugün sonun başlangıcıydı.
Güneş dağların arasından kendini gösterirken, Ronark savaş alanına
doğru ilerlemekteydi. Karus ordusunu kışkırtmak için bağırıyor ve
onları nasıl ezip, öldüreceğini ve ailelerine nasıl işkece
çektireceğini haykırıyordu. Öfkesi dahada büyümüştü. Karus, Ronark’ı
öldürmek için tekrardan hazırdı. Ona yaklaşırlerken, Ronark halkına
döndü ve beklemelerini emretti. Dünyanın tanıklık ettiği bu büyük
savaşa sahit olacaklardı.
Ronark birkez daha öldürüldü.
Dirilme acısı geçen seferkinden çok daha fazla artmıştı. Daha
sonraki araştırmaarında Ronark aslında Cypher ve Pathos’un gücünden
sadece çok küçük bir parça alabildiğini farketti. Hemen kendini
toparladı ve Carnac dünyasına yayılmış bu gücün hepsini bulmak için
araştırmaya girişti. Bütün güç bir ışık gibi bitkiler tarafından
emilmiş ve bu bitkiler çeşitli canavarlar tarafından yenilmişti.
Ronark, bu canavarların sadece yakalanmasının birşeyi
değiştirmeyeceğini anladı. Hepsi öldürülmeliydi. Hemen adamlarına bu
katliyamı başlatmaları için emir verdi. Adamlarının bu yardımıyla bu
güce kavucağını biliyordu.
Ronark’ın bu büyüyen gücünü farkeden Logos ve Akara, onu yenebilmek
için yeni bir güc arayışı içine girdiler. Savaşlarda şu ana kadar hiç
yenilmemiş genç bir savaşçı olan Girakon’u buldular. Ardream
savaşlarında düşmanı karşısında yırtıcı ordusunun kontrolunu her zaman
çok iyi kullanan ve ulaşılması zor bir güce sahipti.
Girakon’un annesi ElMorad topraklarına gelen ilk Pury Tuareklerden
biriydi. Herzaman ailesinin ve kendisinin herzaman bu yokoluşun
kıyısında olduğunu bilerek yaşamıştı. Girakon halkını herzaman
ElMorad’ın zorbalığından ve haksızlığından koruyacağına söz vermişti.
Bu üstlerindeki laneti yoketmek için, ElMorad’ı yenerek zafere ulaşmak
istiyolardı. Girakon aslında barıştan yanaydı, fakat bu Sharine
Raids’ten önceydi. Annesi, yüzlerce kişi ile birlikte, zalimce
öldürülmüştü. Girakon için artık intikam almanın zamanı gelmişti.
Ronark’la karşılaşmak için, Akara Girakon’a ölümsüzlük verdi ve
Logos’da kendi gücünü verdi. Girakon’a, Cypher ve Pathos’un gücünden
arda kalanları bulması için emir verdiler. Bütün Karus’a, Girakon’un bu
gücü emebilmesi için, canavaları öldürmesini emrettiler. Gücü çok hızlı
artıyordu ve bu arayış sırasında hiç durmadan çalıştı.
Heriki ElMorad ve Karus halkıda kimin tanrısı bu güçten daha çok
toplayabilirse, savaşın kaderini o belirleyecek olduğunu biliyorlardı.
Bu sonsuz savaş şiddetli ve intikam için yapılacak bir savaş olacak
ise, ayakta durabilmek için büyük kuvvete ihtiyaç vardı. Kaybeden
tamamen yokolacaktı.
Her yetkin şovalye Pathos ve Cypher'in mahiyetinin kalıntılarını takip
ederek katlettikleri yaratıklarla, hem Girakon hem de Ronark'ın hızla
büyümesine yol açtı. Yine de bazıları kahramanların nasıl bu kadar
güçlendiği konusunda kaygılıydı. Her kazançla Ronark başka hiçbir şeyi
umursamadan, çılgınca büyüdü. Girakon, kendinden beklenmeyecek bir
şekilde, kendi savaşçılarına karşı nedensiz saldırgan bir tavır
sergiledi. Arka odalarda ve karanlık köşelerde kahramanların elde
ettiği güçlerle ilgili çarpık ve yanlış birşeyler olduğu
fısıldanıyordu.
Ve sonunda Pathos ve Cypher'in son güçleride tükenmek
uzereydi. Girakon ve Ronark birbirlerinden güç çalamayacak kadar eşit
derecede üstün savaşçılardı. İkisi de kendilerinin ve halklarının
kaderlerini belirleyecek olan son bir savaş öngörüyorlardı. Amansız bir
kararlılıkla iki taraf da Moradon'a uçuştan sonraki en belirleyici olay
olacağını bildikleri savaş için planlarını yaptılar.
Haftalarca El Morad ve Karus orduları savaştı. İki ordu da Lunar
vadisinin karşıt taraflarında toplanana kadar, Adream ve Ronark
toprakları korkunç savaşlara ve iki tarafın birbirine karşı biriken
nefretine şahit oldu. Hücuma geçtiklerinde attıkları naralar cennetten
onları izlemekte olan Akara ve Logos'a bile ulaştı.
Mücadelenin en can alıcı noktasında Ronark ve Girakon
buluştular. İkisi de birbirini yakmak ve dondurmak üzere cehennem
güçlerini topladılar, fakat bu gibi şeyler onları yok etmek için çok
yetersizdi. Daha sonraki dakikalar ise yeri sarsıcı patlamaların, buz
ve ateşten meydana gelmiş ruhani yaratıkların korkunç feryatlarından
oluşan bir bulanıklıktı. Savaş ikisinin düellosunu merkez almaya
başladı ve şiddetli bir girdapın içinde yavaşca devinen bir mücadeleye
dönüştü.
Daha sonra Ronark kritik darbesini savurdu. Girakon tökezledi ve bu
anlık açık onun çöküşü oldu. Ronark, Girakon'un sahip olduğu bütün
gücün salınmasına neden olan bitirici vuruşu yaptı. Ronark bu gücü
kendine katarken üzerine bir degişiklik geldi. Karardı. Pathos ve
Cyper'in kaybolmuş güçleri yeniden birleşti ve Ronark'ın bedeninde
yeniden bilinç kazandı. Pathos-Cypher mevcudiyeti yeniden bir bütün
olmuştu.
Birden Pathos'un mesajcıları Ronark'ın çevresini sardı.
"Sonunda seni bulduk efendimiz. Seni çok uzun zamandır arıyorduk. Emrin
üzerine anti-enerjiyi bir araya getirdik. Moradon'daki Crystal'da senin
talep etmeni bekliyor." Pathos'un yardakçıları eski efendilerinin ruhu
tarafından çekilmişlerdi.
Ronark bütün Adonis'in üzerinden duyulabilecek bir sesle seslendi,
"Beni dinleyin, Carnac halkı! Bugün kendi haklı gücümü talep edeceğim.
Moradon'a!"
Vardığında Ronark doğruca şehrin ortasındaki dev kristale
doğru yürüdü. İçinde bulunan enerjiyi kendine katmak için kullanan
sihiri başlattığında mesajcılar belirdi. Onu durdurma girişimiyle,
şovalyeler hattı kırıp Ronark'ı öldürmeyi umarak mesajcılara
saldırdılar ama hiç sanşları yoktu.
Devam eden kaosun ortasında Akara'nın soğuk sesi yankılandı, "Halkımı
yok etmene izin vermeyeceğim. Bugün seni sonsuza kadar tutsak
ediyorum!" Ve dünya ateşe dönüştü.
çok sayıdaki volkanik taşlar Carnac'ın eski çekirdeğinden
patladı ve hepsi Ronark'ın tepesine düştü. Hepsinin toplam gücü onun
bile karşı koyması için çok fazlaydı ve Ronark ezici ağırlığın altında
gözden kayboldu. Onu yanan sayısız tabakanın içinden yüzeyin
aşağısındaki derinliklerine doğru sürüklediler.
Kısa süre sonra Akara, Ronark'ı hapsedicek olan canlı toprağı
döktü. Fakat aceleyle volkanik taşların da takip etmesini emretmeyi
ihmal etti. Başlarında yönlendirecek kimse olmadığından dolayı Moradon
şehrinin etrafına yayıldılar.
Korkuyla, Logos olayları kayıtsız bir şekilde izledi. Bütün
bunların sebebinin Akara ile yapmış oldugu planlar olduğunu
hatırlayarak kendini suçladı. Tekrardan yarattıkları yokoluyor ve
Moradon'un yıkılması da bunun kanıtı oluyordu. Pişmanlığı onu gizemli
boşluklara geri adım atması için zorlamaktaydı, fakat suçluluk duygusu
onu önce Moradonu tekrardan yaratmaya zorluyordu.
Herşey tekrardan inşa edildi, çiçekler yeşerdi, yaratıklar yeni
yerlerini aldı. Yeni şehir dünyanın derinliklerinde, en saf
minerallerin kullanıldığı işçilikle örülmüş duvarlar ve kalelerle
gökyüzüne yükseldi. Carnac'ın en iyi kahramanları için büyük sokaklar
geniş avlulara açıldı. Yeni ticaret oluşumunu incelemesi için Logos
Kaishan'ı görevlendirdi ve onun liderliğinde Moradon zenginleşti.
Akara birkaç gün sonra geri döndüğünde çok öfkelendi ve
Logos'un yaptığı bütün herşeyi ele geçirdi. Görünüşe göre Logos onun
halkının sadakatini çalmıştı. Bu planları bozmak için, Akara saf yaşam
gücünü Delos kalesindeki Merkez Yapıya katarak bütün şovalyelere karşı
konulamaz bir güç sağladı. Ayrıca, kaleyi kontrol etmek için dövüşleri
ödüllendirmeye başladı. Bir şovalyenin şöhreti artık Delosta
büyüyebilirdi.
Akara savaş alanına vardığında, Girakon'un yerde kan içinde
yatan, hareketsiz vücudunu görünce şaşırdı. ölümsüz Girakon, Ronark'a
yenilmesinin üzerinden yeterli zaman geçmesine rağmen henüz hayata geri
dönememisti. Zaman geçtikce Akara'nın endişesi, üzüntüye, üzüntüsü
öfkeye dönüştü. Cypher ve Pathos'dan geri kalan gücün Girakon'u terk
etmesi yüzünden, ölümsüz olmasına rağmen, Girakon'un hayata geri
dönücek gücü kalmamıştı. Akara, çaresizlik içinde Girakon'u hayata
döndürmeye çalışırken ortaya çıkan inanılmaz enerji sonucu savaş
alanındaki binlerce ölü Karus askeri birer birer dirilmeye başladılar.
Ancak Girakon'un hayatsız vücudu bir türlü dirilmiyordu. çaresizlik ve
öfke içinde Akara, tüm kudretini kullanarak bütün enerjisini Girakon'un
hareketsiz vücuduna odakladı. Bedeli ne olursa olsun Akara, Girakon'u
ölumün karanlık pençelerine bırakmamaya kararlıydı.
Carnac'ın yuzeyinin binlerce metre altında, Ronark'ın hapisi
tamamlanmıştı. Hapisin duvarlari basit kayalar ve taşlardan yapılmış
olmasına rağmen küçük, büyük her taş parçası Ronark'ın hapisinden
kaçışını imkansız kılmak için adeta bilinçli bir çaba ile çalısıyordu.
Ronark, inanılmaz gücünü kullanarak devasa kaya parçalarını toz ve
dumana çevirdikce, yeraltında tüm şehirleri kapsayabilecek büyüklükte
delikler açtı ancak saniyeler icinde Ronark'ın yok ettiği kayalar ve
taşlar tekrar yaratılan boşlukları doldurup Ronark'ı geri hapsediyordu.
Akara'nın yarattığı hapis mükemmeldi.
Zaman içinde Ronark, hapisinin bekçilerinin dikkatini çekmeden
kısa bir süreliğine de olsa yeryüzü ile bağlantı kurmayı başardı. Bu
kısa bağlantılar sırasında Pathos'un takipçileri ile irtibat kurup,
Carnac da olup bitenlerle ilgili haber alıyordu.
Akara'nın Girakon'u diriltme çabaları en sonunda meyvesini
verdi. Girakon tekrar ölümlüler arasında bir ölümsuz olarak yürümeye
başladı. Ancak Girakon eski kudretini kaybetmişti. Vücudu yaşlı ve
zayıftı. Ronark'ın ölümünden önceki hayatından kalan parça parça
anıları belirsizlik ve kargaşa ile doluydu. Ronark'a karsı hissetiği
nefretten geriye hic bir şey kalmamıştı. Bazı rüzgarsız gecelerde,
Girakon uzaklardan gelen bir cağrı hissediyordu. Nedenini anlamadığı
ama tanıdık bir his onu uzaklara çağırıyordu.
Akara'nın Karus'un galibiyeti için hazırladığı plan sade ama
etkiliydi. Akara, savaşta ölen Karus askerlerini diriltip, tekrardan El
Morad askerlerinin üzerine salıyordu. Zaman içinde, yorgun ve yaralı El
Morad askerleri yavaşlamaya başladı. Akara, yaklaşan galibiyetin
heyecanı ile Karus askerlerine seslendi: �El Morad'ın sonu yaklaşıyor!
En sonunda Karus hak ettiği saygıyı, El Morad'ın kanlı cesetlerinden
alacak!�
Ronark, yer altından bağlantı kurduğu Pathos'un
takipçilerinin yardımı ile El Morad askerlerinin vahim durumunu
duyunca, Akara'nın neler planladığını anladı. El Morad ın kurtuluşu
Ronark'ın hapisinden kurtulup kurtulamamasına bağlıydı. Bu kolay
olmayacaktı ama Ronark biliyordu ki hiç bir hapis mükemmel değildi ve
hapisini bir arada tutan Akara'nın büyüsünün bir zayiflığı olmalıydı.
Ronark, hapisinin zayıflığını bulduktan sonra Pathos'un takipçilerinin
de yardımıyla yeraltından kurtulup, El Morad'a yardımcı olabilirdi.
Başlarda, Akara’nın amacı basitti: Karus halkına barışı
getirmek. Halkına sadece onların daha iyi yaşamaları için, El Morad
topraklarını ele geçirmede ve kendilerini korumada yardımcı oluyordu.
Artık herşey değişti.
EL Morad halkının birçok kayıp verdiği ve büyük bir
katliamlara sahne olan ilk savaş başlamıştı. Savaş alanında dökülen
kanlar hiç beklenmedik bir etki yarattı. Akara’nın kullanabileceği
büyük bir yaşam gücü serbest bırakıldı ve böylece intikam almanın
ötesinde, Akara’nın tutkusu El Morad’ın sistematik biçimde yokoluşu
olacaktı.
Ve yıkım başlamıştı. El Morad Kale duvarları, savaşı kaybeden bu ırkın çöküşünün adeta bir göstergesiydi.
Bir gün…bir gece…Ronark hücresinde gücünü toparlamakta ve
hücresinden kurtulmak için çalışmaktaydı. Yavaş yavaş, hücresinden
kurtulup yüzeye cıkmayı başardı ve hemen emrindeki adamlardan
gelişmekte olan olayları öğrendi. Akara’nın El Morad kalesıne doğru
hareketlendiğini öğrenmişti. Bir anda heryer göz kamaştıran bir
beyazlığa büründü.
Etrafı hissedilir bir sıcaklık kapladı. Ve yanma. Gözleri
yanıyordu. Ronark’ı rahatsız eden bu parlaklığın güneş olduğunu
farketti. Etrafta kaçmasını engelleyecek ne bir duvar, nede bir tuzak
vardı fakat önemli olan bişey vardıki o da bütün gücünün yok olmuş
olmasıydı.
Başını öne eğerek dizlerinin üstüne çöktü. Bir süre sonra
arkasından güle benzer karanlık bir figür ona elini uzattı. Kısık bir
sesle: “Gel. Yapılacak çok şey var. Bu ihtiyacın olan şey.”
Bu el tahmin ettiğinden daha sert ve kuvvetliydi ve kolayca
onu havaya kaldırdı. Ve bir anda El Morad Kalelerinin yıkılma sesleri
duyuldu. Karanlıktaki yabancı Karus savaşcılarına döndü ve kısık bir
sesle “ İşte sonunda bu oldu”
“Akara, Logos tarafından yasaklanan şeyleri yapmakta.
Acımasızca ve durmaksızın öldürmeye devam ediyor. Davranışları benim
topraklarımdan farkettiğim kadarıyla dünyadaki bağlantıları
güçsüzleştirdi.”
“Eğer Akara’dan şikayetciysen, sana bir önerim var. Akara
tahmin ettiğin gibi bir tanrıça değil. Çok az bir güçle büyüdü ve bu
güç içinde sarhoş oldu. Yeni bir Carnac yarattı; karışık, kötü
biçimlenmiş, sadece kendini yanlızlığını yansıtan bir dünyaydı bu.
Akara için bu savaştan ne kazanacağı önemli değil. Tek isteği gelecek
olan savaşlarda senin halkının daha zayıf bir durumda olmasıdır.
Carnac’ta ölen her savaşçı, Karus veya El Morad, gelecek savaşlarda
senin kapasite olarak dayanma güçünü azaltacaktır.”
“Savaş” dedi karanlık savaşcı, sesi birden değişti “İki dünya arasındamı?”
“Akara’nın yeni Carnac halkı konuştuğumuz gibi birleşiyor ve
belirsiz bir kadere doğru yol alıyor. Kendilerini gerçek Carnac’lı
olarak tanıtıp ve senin halkını sadece bir fazlalık olarak
bahsediyorlar. Bugunki hedefin zafer değil. Fakat, teslim olma zamanıda
değil. Birlik ve bütünlüğü sağlamanın zamanıdır.”
Daha sonra Ronark bu karanlık yoldaşının ellerinin arasından
gücünün parladığını gördü. Bunun ne olduğunu kadar, arkadaşı birden
firladı ve gökyüzüne doğru ilerlemeye başladı. Karus ordusu ileriye
doğru yürüyüşe geçti.
“Kimsin sen? ” dedi Ronark
“Bir dost” dedi karanlıktaki yabancı, “elinden geleni yapmaya çalışan kişi. Gerisi sana kalmış”
Savaş büyük bir inlemeyle başladı. Catapultlar karşı taraftaki
düşmanı öldürebilmek için harekete geçtiler. Savaş alanını gökyüzünden
gelen binlerce ok kapladı.Ve ardından çığlıklar ve inlemeler. Yavaşça,
Karus tarafı, ladder truckları kaleye doğru ilerlemeye başladı. Her
ölünün ardından Ronark içinde kötü bir sızlama hissetti. Akara her
saniye daha güçleniyordu. Hayatında ilk defa Ronark kendini çaresiz
hissetti. Savaş onun alanıydı ve bu alanda üstündü. Bütünlük
gerekiyordu ve yardıma ihtiyacı vardı.
Pathos’un ölümü getirmesiyle Logos’un dünyanın görkemli varlığının
sonsuza dek süreceği yönündeki hayali yıkıldı. Çünkü, Logos’un sadece
yaratma gücü vardı, yenileme gücü yoktu. Böylece, Pathos’un öyle bir
niyeti olmadığı halde, hayat ve ölüm arasındaki ayrım yeni bir varlığın
ortaya çıkmasına neden oldu. Ölenlerin geride bıraktığı enerjilerden
yeni hayatlar yaratma görevi yeni tanrıya, Hayat Tanrıçası Akara’ya
verildi.
Akara her canlı ile devamlı bir ilişki içindeydi. Yaşlanıp
ölenleri gözetir, onların yerini gençlerin almalarını sağlardı. Dünya
üzerindeki canlıları Logos’un anlayamadığı bir şekilde anlamayı
başarıyordu. Kendisine hiç saygı göstermedikleri halde canlıları ona
aitlermiş gibi seviyordu. Zaman geçtikçe, üzüntü içindeki Logos’un
onlardan uzaklaştığını fark etti; yarattıklarının değiştirilmesine
özellikle ölmesine katlanamayan Logos onları ihmal etmeye başlamıştı.
Akara, yaratıcı rehberlik etmediği sürece hayatın verimli
yaşanamayacağını biliyor, üzülüyordu.
Bazen insanlar şöyle dua ediyordu:
Biz senin çocuklarınız,
Unutmuş olsan da
Terketme bizi asla.
“Belki,” diye düşündü Akara. “Belki bu çocuklara kendi çocuklarım gibi sahip çıkmalıyım.”
Logos, Akara’nın niyetini anladı; yarattıklarını tamamen
kaybetmekten korktuğundan sorumluluklarını yerine getireceğine dair
Akara’ya söz verdi. Tanrıça bir süreliğine rahatlamıştı.
Tam Logos sözünü tutmak üzere işe koyulduğunda Pathos yeniden ortaya
çıktı. Bu defa, Logos’un en başta yarattıklarından birini, Logos’un
üzerinde ilk kez rüzgarı hissettiği, bulutlara ilk kez dokunduğu
dağları yok etmeye karar vermişti. Pathos, Carnac’ın çekirdeğinin
derinliklerinden ateşi çağırdı; çok sevdiği dağlarının yıkılması
karşısında dehşete kapılan Logos Pathos’u durduramadı. Yok edici
alevler ormanları tutuşturmuş, nehirleri kurutmuştu. İnsanlar tanık
oldukları felaket karşısında çaresizdi, pek çoğu hayatını kaybetmişti.
Logos derin bir kederle yeniden kabuğuna çekildi, artık ona ait olmayan dünya ile ilgilenmiyordu.
Bu defa Akara, Logos’un sorumluluğunu üstlenmekte kararlıydı.
Ancak Logos’un kolay vazgeçmeyeceğini biliyordu. Hayatın
sürdürülebilmesi için, dünyayı zayıf yürekli Logos ve acımasız
Pathos’tan kurtarmak üzere bir komplo düzenledi.
Akara’nın bu arzusu yeni bir Tanrı’nın yaratılmasına neden oldu:
Cypher. Yeni Tanrı, yıkım ve aldatmacadan başka bir şey bilmiyordu.
Akara, Logos’un yanına gidip ona yeni Tanrı’dan bahsetti. “Yok etme
gücü var, ne daha fazlası ne daha azı. Onun gücünü kullanarak
Pathos’tan kurtulabilirsin.”
Akara’nın anlattıklarını dinleyen Logos sevinç içinde Cypher’ı
aramaya koyuldu. Dünyayı yeniden eski haline getirme hayalleri ile
oradan uzaklaşırken Tanrıça’nın yüzünde beliren tebessümü göremedi.
Cypher, Logos’un beklediği gibi bir Tanrı çıkmadı. Yine de Logos, Hayat Tanrıçası’na güvenip Cypher’dan yardım istedi.
Elbette Logos, Akara’nın çoktan Cypher’a gidip ona diğer iki Tanrı’yı
nasıl yok edeceğini anlattığından haberdar değildi. “Önce Pathos’un
öldürmelisin.” diye Cypher’a tavsiyede bulundu. “Logos idealist ve
zayıf olandır; onu daha sonra da öldürebilirsin.”
Pathos ile yapılacak karşılaşma için hazırlanmaya başlayan
Logos etrafındaki bulutları toplayarak bir kılıç yaptı. Buluttan kılıcı
o kadar güzel biçimlendirmişti ki keskin aletin öldürücü özelliği adeta
maskelenmişti. Yaptığı kılıcı Cypher’a verdi ve birlikte Pathos’un
yaşadığı Carnac’ın en karanlık vadisine doğru yola koyuldular.
Onlar yaklaşırken Pathos gölgelerin arasından sıyrıldı ve
ağaçtan yapılmış sihirli mızrağını üstlerine fırlattı. Mızrak adeta
çevresine hayat enerjisi yayıyor, beraberinde sükunet taşıyordu. Böyle
bir silahı ancak bir tek kişi yapabilirdi, silahı yapan Tanrıça onları
uzaktan seyrediyordu.
Dövüş çok hızlı ve şiddetli sürüyordu. Dövüşçüler tek kelime
etmeden mücadele ediyordu. Cypher parlak kılıcını havaya kaldırdı,
Pathos ardı ardına gelen hamleleri savuşturmayı başardı. Dövüşü izleyen
Logos, Pathos’un hak ettiği sona kavuşması için sabırsızlıkla
bekliyordu. Silahları ile yenişemeyen iki Tanrı, zafer kazanmak için
özel güçlerini kullanmaya başladı. Önce Pathos, güneşi ve yıldızları
ortadan kaldırarak dünyayı karanlığa boğdu. Cypher bir an için kör
oldu. Pathos mızrağını ileri fırlattı, rakibinin omzunu sıyırıp geçen
mızrak yeşil bir ışık saçtı. Mızraktan yayılan yeşil ışık Cypher’ın
görmesine ve Pathos’un sol kolunu kesmesine yetti.
Pathos acıyla bağırarak dizlerinin üzerine çöktü; yaşam gücünü
kaybediyordu. Cypher ve Logos zafer sevinciyle birbirlerine bakarken
Pathos ve Cypher arasında belli belirsiz bir değişim gerçekleşti. Dış
görünüşleri değişmemiş olsa da yaşam güçleri ikisinin bedeni arasında
yer değiştiriyordu. Pathos, -sihirli değiştirme yeteneği- sayesinde
artık Cypher’ın bedenindeyken Cypher’ın ruhu az evvel yaraladığı mağlup
bedene hapsolmuş yatıyordu.
Çok acı çekmesine rağmen Cypher’ın ruhu ölüme direniyordu.
Mızrağı hızla fırlattı ve daha önce kendisine ait olan bedene sapladı.
O sırada Pathos beden değiştirmeyi akıl edişini kutlamakla meşgul
olduğundan mızrağı fark etmedi. Sihirli mızrak Tanrı’nın kalbine
saplanıp onu yok etti.
Pathos ölmüştü, Cypher ise ölmek üzereydi. Cypher, artık
güçlerinin yok etmekle sınırlı olmadığını hissediyordu. Ruhların
değişimi nedeniyle, biraz çaba gösterirse o da bir zamanlar Pathos’un
yapabildiği gibi değişime yol açabilirdi. Yeni yeteneğiyle önce kesik
koluna odaklanarak akan kanı durdurdu. Daha sonra tendon ve kemiklere
yoğunlaşarak onların büyümesini ve yeniden kesilen uzvun şeklini
almasını sağladı.
Tamamen iyileşince ayağa fırladı, yeni gücünü herkesin duyması için bağırdı: “Yeniden doğdum! Artık eşsizim, korkun benden!”
Güç gösterisinde bulunmak için vadiyi paramparça ederek bir
tapınak inşa etti. Ancak bu tapınak taştan değil camdan yapılmıştı.
Keskin kenarları dört bir yana ışık saçıyordu.
Zamanla insanlar tapınağa hayranlıklarını sergilemek,
yaratıcısı yeni ve güçlü Pathos-Cypher’a saygılarını göstermek amacıyla
buraya akın ettiler.
Pathos ve Cypher arasındaki dövüş ve Pathos- Cypher varlığının ortaya
çıkışı Carnac’ta birtakım değişimlere yol açtı. Çiçekler kokularını
kaybetti, ani mevsim değişiklikleri baş gösterdi ve yeraltı suları
kahverengi adeta paslı akmaya başladı. Üstelik yakında başka
değişiklikler de görülecekti.
Bu değişikliklere yol açan Pathos-Cypher’ın yaptıkları
değildi. O, insanların kendisine gösterdiği ilginin tadını çıkarmakla
meşguldü.
Böylece aradan yıllar geçti ve insanlık 6 büyük krallığa bölündü: Çölde
kurulu savaşçı Hellsgarem, çelik gemileri ve limanları ile Bluegrant,
beyaz şehir Anrdeam, muhteşem mahsulleri ile ünlü Planisad, ticaret
merkezi Brisbia ve tüm krallıkların en uzak ucunda bulunan El Morad.
Krallıklar oluşurken, dünyada meydana gelen değişimler
yalnızca mevcut yaratıkları değil başka şeyleri de etkiledi. Kurda ve
ayıya benzeyen ama onlardan çok daha korkunç ve vahşi olan devasa
yaratıklar görülmeye başlandı, üstelik sayıları her geçen yıl
artıyordu. Daha şaşırtıcı olanı da taş ve sihirden yaratılmış
varlıklardı. En kötüleri ise tüm hayatı kendi anladıkları düzeye
(ölmemeye) getirmeye çalışan zombilerdi.
Cehennemden gelen yaratıkların sayısı o kadar artmıştı ki
yüksek duvarlar ile çevrili, sadık muhafızlarla korunan şehirler bile
onlara karşı koyamıyordu. İlk düşen krallık Planisad oldu, böylece
yiyecek sıkıntısı baş gösterdi. Kısa süre sonra, Brisbia ve Arrdeam
kaybedildi. Ulu barbar krallığı Hellsgarem bile hayatta kalamadı,
krallığın düşüşünü görmektense şehri kendileri yakmayı tercih ettiler.
Buradan kurtulanlar, şehirlerinden kaçıp El Morad’a gitmekte olan
Bluegrant gemilerine sığındılar.
El Morad kralı Manes sığınmacıları koşulsuz kabul etti. Gücü
yerinde olanlar, henüz saldırıya uğramayan tek şehrin savunmasını
kuvvetlendirmek üzere orduya alındılar. Yeni savaş alanları inşa
edildi, gerekli malzemeler temin edildi ve yeni silahlar yapıldı. El
Morad halkı şehirlerini kaybetmemeye kararlıydı, kendi şehirlerini
bırakıp kaçanlarsa yeni evlerini bağlılıkla savunmaya hazırdı. El Morad
insanlığın son kalesiydi. Kaybedilirse insanlığın sonu olurdu.
Yedi uzun yıl boyunca ölmeyen yaratıklar ve canavarlarla savaştılar.
Kral Manes, yıllarca dualarına kulak vermeyen, olanlara seyirci kalan
tanrılara yakarıp durdu. İnsanlar hala direniyor hatta güçlenmeye
başlıyordu.
Savaşın ilk iki yılı geçtiğinde El Morad sakinleri saldırılara
alışmıştı. Direnişleri sağlamdı, savaş tekniklerini geliştirmişlerdi.
Sonunda, güvenli duvarların arkasından çıkmaya bile cesaret ettiler.
Onlara metal ve ağaç sağlayan şehrin ardındaki dağların arasından
geçitler açıp silahlı birliklerini ormanlara gönderdiler ve toprağı
ekmeye başladılar. Başlangıçta ürün yetiştirmek zor oldu, ancak zamanla
insanları dağlara veya yeraltına yerleştirerek mahsul ekimi için şehrin
güvenli duvarları arasında boş alanlar yaratmayı başardılar.
Üçüncü yılda, artık tecrübe kazanmış olan askerler sadece
saldırıları geri püskürtmeyi beklemekten vazgeçip canavarları avlamaya
başladılar. Savaşçılar evlerine kahramanlık ve zafer hikayeleri ile
dönüyordu. Bu savaşçılar daha sonra biraraya gelerek Şövalyeler olarak
bilinen birliği oluşturdular. Şövalyeler, El Morad dışında yaşar ve
hayatlarını görevlerine adardı, bazıları sihir yapmayı ve şifa ilmini
bile öğrenmişti. Böylelikle yıllar geçti ve şövalyeler güçlenerek
varlıklarını sürdürdü.
Savaşın yedinci yılının son gecesinde, olağanüstü bir şey
yaşandı. El Morad üzerine kızıl yağmur yağmaya başladı. Uzaklarda
beliren yeşil bir sis tabakası şehre doğru sürükleniyordu. Ürkütücü bir
ses duyuldu, insanlar ilk kez kapılara doğru kaçmaya başladılar.
Hiçbiri korktuğunu inkar edemezdi.
Kral Manes son bir umutla tanrılara yalvardı.
Tanrılardan biri sesine kulak verdi. “Benden dileğin nedir?”
“Halkım her gün ölüyor. Lütfen bize yardım edin.”
“Yardıma ihtiyacınız yok.”
“Fakat halkım her gün ölüyor. Şimdiyse bu korkunç yağmur ve sis
baş gösterdi. Halkım sonumuzun geldiğini düşünüyor. Nasıl yardıma
ihtiyacımız olmaz?”
“Yardıma ihtiyacınız yok.”
Halkının kurtuluşunu sağlamakta kararlı olan Kral yalvardı.
“Fakat siz güçlüsünüz! Siz dilerseniz herşey yoluna girebilir. Biz
sizin aciz kullarınız.”
“Kullar da felaketlerden nasibini alır, siz benim kullarım
olacaksınız. Bugün dualarınızı kabul etmek için değil sonunuzun
yaklaştığını haber vermek için ortaya çıktım.”
Kral öfkelenmeye başladı. Tanrı’ya bağırma cüretini göstererek
“Eğer bize yardım etmeyecekseniz biz o sonu hep birlikte
karşılayacağız.” dedi.
Tanrı çoktan gitmişti. Kral hangi Tanrı ile konuştuğunu bile
bilmiyordu. Ona cevap veren Logos muydu? Yoksa Akara ya da Pathos-
Cypher mı?
“Yapabileceğimiz bir şey mutlaka vardır” dedi konsey üyelerinden biri, alnındaki teri silerek.
Yanında duran başka bir üye esnemesini güçlükle bastırdı. Vakit öğleyi
geçmişti; liderler, Tanrı’nın Kral’a karşılık verdiği dün geceden beri
aynı konuyu tartışıyordu.
Planisad şehrinden bir Lord ayağa kalkıp söz aldı ve şehre
yaklaşan yeşil sisten kurtulmak için kaçmayı önerdi. “Burada kalıp o
korkunç, tüyler ürpertici sisin bizi yutmasını bekleyemeyiz.” dedi.
Keşfe gönderilenlerden geri dönen olmamıştı, bu nedenle Lord hala vakitleri varken kaçmanın en iyisi olduğuna inanıyordu.
Diğerleri öneriye itiraz etti, çünkü herkesi şehirden çıkarmak günler
sürerdi ve şehrin güvenli duvarlarının dışında kaçmaya çalışırken sise
yakalanma ihtimalini göze alamazlardı.
Cesur bir Erenion “Tanrı’yı öldürürsek herşey düzelir.” diye
atıldı elini havaya savurarak. O sırada kadehini doldurmakta olan zayıf
hizmetkarı neredeyse deviriyordu.
Bir Barbar “Evet.” diye bağırarak onayladı. “Daha önce de kaçtık ama
buraya gelip direndiğimiz için kurtulabildik. Daha önce de savaştık,
yine savaşalım. Savaşalım. Bırakın gelsinler.”
Konsey kargaşa içindeydi. Tanrı ile savaşma önerisi ilk kez
sunulmuyordu. Çoğu tek çözümün bu olduğunu düşünse de hiçbiri savaşmaya
istekli değildi.
“Sen delirdin mi?” diye bağırdı biri. “Cypher bir TANRI!”
“Tanrı olan Pathos, aptal! Gözünü aç!”
Soylu olmayan üyelerden biri, kendisi başka yararlı özelliklerinden çok
kitap okumasıyla bilinirdi, “ Ben bu olayın arkasında başka bir Tanrı
olduğundan şüpheleniyorum.” dedi.
Kral ayağa kalkıp konseye seslendi. “Kalacağız, fakat savaşmayacağız. Şövalyelere haber salın.”
Atlı şövalyeler halkın sevinç çığlıkları eşliğinde kalenin
kapısından içeri girdi. Kurtarıcılar, efsanenin kahramanları gelmişti.
Keskin kılıçları ve parlak zırhları ile eski hikayelerdeki kahramanları
andırıyorlardı. Onları gören hiç kimse yenilebileceklerine inanmazdı.
Yaklaşık üç yüz şövalye Tanrı’yı aramaya koyuldu. Efsaneye
göre, tanrılardan biri çok uzun zaman önce yaptığı camdan bir tapınakta
yaşıyor ve tüm ihtiyaçları inananları tarafından karşılanıyordu.
Ellerinde çocuklara anlatılan hikayelerden başka ipucu olmayan
şövalyeler atlarını vahşi ormanlara sürdüler. Nadiren karşılarına çıkan
bir kaç kötü yaratığı öldürerek yollarına devam ettiler. Şövalyelerin
her zaman avladığı bütün o kötü yaratıklar birdenbire ortadan kaybolmuş
gibiydi.
Bir gece şövalyelerin üzerine ağır bir yorgunluk çöktü ve hepsi derin
uykuya daldı. Düşlerinde vadinin kıyısında insanların bulunduğu bir yer
gördüler. Bazıları, uykunun tesiriyle, aradıkları yere geldiklerini
sandı. Yaklaştıkça, insanların yüzündeki umutsuzluğu, yorgunluğu ve
tarifsiz kederi gördüler. Düş gören şövalyeler gerçeğe uyanmaya
başlamıştı. Burası Tanrı’nın eviydi, insanlar da ona tapan inananlar
değil Tanrı’nın köleleriydi. Tapınağa iyice yaklaştıklarında
görmedikleri halde varlığını hissettikleri bir el görüşlerini kapattı.
Böylece rüyadan uyandılar, ama sabaha dek yerlerinden ayrılmadılar.
Gördükleri rüya yüzünden tedirgin olsalar da şövalyeler hala son derece
kararlıydı. Üstelik yeni bilgiler edinmişlerdi. Batıya doğru harekete
geçtiler, aradıkları yerin o yönde olduğunu biliyor gibiydiler. Rüyanın
etkisiyle zihinlerinde ve kalplerinde uzun zaman önce unutulmuş bir dua
dillenmeye başladı.
Biz senin çocuklarınız
Uzun zaman unutmuş olsan da
Terketme bizi asla.
Şövalyeler, durmaksızın, günlerce at sürdüler. Ne kendileri ne
de atları açlık ya da yorgunluk hissediyordu. Hepsi rüya